Birinci sınıfta üzerinde isimlerimizin yazdığı kartondan elmalarımız vardı. Panoda asılı sınıf ağacının üzerindeki sarı elmalar… Cehaletimizi temsil ederdi. Aydınlanıp okumayı öğrenenlerin elmaları kırmızı renkle değiştirilirdi. Böylece geride kalan sarı elmalar kendilerini rekabete kaptırır, motive olurlardı. Sonuçta biz Türklerin kızıl elmalara karşı zaafı vardı. Ta Ergenekon’dan beri var olan içgüdü… İşte bu hikaye, zar zor elde ettiğim o kızıl elmayı kaybedişimin hikayesi.

Okula büyük bir mutluluk ve heyecanla başlamadım. Hatta ilk hafta hiç gitmedim. İkinci hafta içim darala darala siftahı yaptım. Tatlı okulumuz dışardan bakınca mapushaneden farksızdı. İçiyse mapusu aratırdı. Tam da gariban bir ülkenin gariban çocuklarına göre. O dönemlerde yapılan binaların maliyetinin düşük tutulması anlaşılırdı, sonuçta ülkenin hali malumdu. Lakin ülkece estetiğe neden bu kadar karşıydık? Okulları koyu ve sönük bir bordoya boyamakla, açık bir yeşile veya sarıya boyamak arasında bir maliyet farkı mı vardı yoksa çocukların canım zihinleri duvarlarla meşgul olmasın diye miydi bu kasvet? Böyle cansız bir mekanda canlı arkadaşlar edinmeli.

En iyi arkadaşlarımdan biri, kötü bir çocuktu. Şeytana uyardı diyelim. Şeytanının bol olduğu bir gün, ben de ona uydum. Okuma dersiydi. Herkes kitap okuyor ya da okur gibi yapıyordu. Dostumsa eline kitap almaya bile tahammül edemezdi. O ders kendine bir hedef seçti. Umursamaz tiplerin neredeyse adını bile bilmediği bir çocuk… Çocuğun eşyalarını dağıtıyor ve bununla mutlu oluyordu. Böyle tipleri bilirsin, hayattan zevk alırlar. Elimdeki kitap beni de boğmuştu. Ben de harekete katıldım. Madem birbirimize ortak diye hitap ediyorduk, öyleyse bu pisliğe de ortak olmalıydım. Daha önce birilerini böyle rahatsız etmemiştim ve hoşuma gitmişti. Mesele ego tatmini falan değildi. Sadece eğlenceliydi. Yaptığım içten içe beni rahatsız ediyordu. Kötü bir şey yaptığımı biliyordum ama vicdanımın ve hocamın uyarılarına rağmen devam ettim. Amatörlük işte. Bizim oğlan işini biliyordu. Duracağı yeri de… Bense abarttım ve sonunda hoca ayağa kalktı. Zar zor elde ettiğim kızıl elmamı aldı ve “herkes bunu gördü mü?” diyerek ikiye ayırdı. Bir anda kan beynime sıçradı. O elma ki rengiyle benim aydınlanmışlığımı, varlığıyla da beni temsil ediyordu. Şimdi sarı bir elmam bile yoktu. Kalemim kırılmıştı resmen. Aforoz edilmiştim. Varlığım görmezden geliniyordu. Emeklerim, sınıf dolusu seyircinin izlediği bir gösteri eşliğinde parçalara ayrıldı. Buna seyirci kalamazdım. Kalem kırmayı ben size gösteririm. Bakalım bunu da görmezden gelebilecek misiniz? Elmamı yırtarken ne demişti öğretmenim? “Herkes bunu gördü mü?” Tüm elmaların asılı olduğu karton ağacı tuttum ve haykırdım: “Herkes bunu da gördü mü?” Ağacı aşağı asıldım ve tüm elmalar bir anda yırtıldı. Şimdi durumumuz eşitlendi sanırım. Kimse böyle bir şey beklemiyordu. Bir anda benim de beklemediğim bir şey oldu. Anlam veremedim. Geçici bir hafıza kaybı gibiydi. Bir ses duydum. Arkasında hiçbir ses bırakmayan cinsten… Yüzümde bir yanma vardı. Suçluluk hissinden mi? İyi de suçlu hissetmiyordum ki. Hadi ama Ubeyd, parçaları birleştir. Sinirlendirdiğin bir hoca, o ses ve yüzündeki yanma… Az önce hocadan tokat yedin. Peki ama neden? Yaptığım çakallıktan mı yoksa bir çuval elmayı berbat ettiğim için mi? Nereden geldiğini bilememek derler ya, nereden geldiğini kestirmek kolay ama ben buraya nereden geldim? Bulunduğum bu yere değil, bulunduğum bu duruma… Ben iyi öğrenciydim. Öğretmenin gözde öğrencilerinden… Okullarda çocukların dayak yediğini bilmiyor değildim. Büyüklerimiz yedikleri dayakları sürekli anlatırdı. Ama bu konuma düşmeyeceğimden çok emindim. İbrahim Sadri “Buyur Usta” şiirinde soruyordu:

Sen hiç gittin mi okula?
Okul nasıl bir şey be usta?

Orda da söverler mi çocuklara?
Orda da döverler mi?

Dövmez olurlar mı abi? Dövülürdü de sövülürdü de. Adettendir.
Allah var hocamın adeti değildi. Kabul, haketmiştim. Sıranın üstünde kafamı kollarıma gömüp teneffüsü beklerken baya düşündüm. Nerde hata yaptım, niye hata yaptım. Olan olmuştu, bu rezaleti unutmak en mantıklı şeydi.

Sonunda teneffüs oldu, attım kendimi dışarıya. Dostlar sağ olsun, destek için yanımdaydılar. Suskunduk, konuşmuyorduk. Boğazımda fena bir acı düğümlenmişti. Gözlerim kendimi tutmaktan yanıyordu. Üst sınıflardan gelenler oldu. “Olum psikopat mısın? Mehmet hocaya diklenilir mi?”Diklenilir mi diklenilmez mi bilmem de, sen nereden duydun olayı? Ne ara duydun? Biz olayın üstü kapansın derken, namazda abdesti kaçınca köyü terkeden imama döndük. Adam yıllar sonra olay unutulmuştur diye köye dönmüş. Bir çocuk görmüş, yaşını sormuş. Valla yaşımı bilmiyorum amma imamın abdesti bozduğu yıl doğmuşum demiş. Demek olayın üstünü örtemedik. Küçük fareler o küçük ağızlarıyla olayı yaymak için etrafa yayılmışlar. Sağlık olsun, kimseye bir şey diyecek halim yok şuan. Ellerim ceplerimde, içli içli uzaklara bakıyor, kalan gururumu korumak için kendimi zorluyordum. Sanki Ahmet Kaya çalıyordu kafamın içinde:

Ezdirmem sana kendimi
Gövdemi yakar giderim
Beddua etmem üzülme
Kafama sıkar giderim

Beddua etmedim de netekim. Yıllarca olayı kimseye anlatmadım.  Ama zamanla bu anı bana komik gelmeye başladı. Yani dışarıdan bakınca absürt bir komediden farksız. Tam sevdiğimden. Hem olayda iyilik, kötülük, suç, ceza ve adalet gibi temalar da işleniyor. Güldürürken, düşündüren bir komedi. Güzel bir de isim lazım bu hikayeye:
Elmasız

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.