
Birinci Bölüm
İlk kez bütün yolculuk boyunca uyumuştum otobüste. Oysa etrafa bakmasını ne çok severdim. Her yıl köye gidişimde, yol boyunca göreceğim yeni yerleri merakla bekler, her yolculukta bir öncekinde kaçırdığım ayrıntıları görebilmek için can atardım. Çocukluktandı herhalde. Nerede yitirdim o heyecanı bilmiyorum, nasıl uyuduğumu da…
* * *
Anayoldan aşağı kadar yürümüş ve eve varmıştım. Sigaramı söndürdüm. Bir an dalıp gittim çamur içindeki ayakkabılarıma. Böyle çamura batmayalı ne uzun zaman geçmişti.
Şöyle bir eve baktım, etrafı inceledim. Ürkmedim desem yalan olurdu. Kendimi bulmak için geldiğim bu lanet yerde, içimdeki sesten kurtulamayacağım hissi kaplamıştı ruhumu. Rahatsız ediciydi. Hem, neden yol boyunca duymamıştım bu sesi? Neden bütün gece uyumama izin vermişti? Sürekli onu duyarken nasıl yüzleşebilirdim kendimle?
Biraz ileride anahtarı bıraktıkları Ayşe Kadın’ın evi vardı. Oraya doğru ilerledim. Kapıyı çaldım. Sarıldık. Yıllardır oğlunu görmemiş bir anne gibi sarıldı bana. Oğlunu koklar gibi beni kokladığını hissettim. Belli ki özlemişti beni. Ya da köy yerinde uzun zamandır insan görmemesinin sevinciydi bu.
“İstanbul’u bırakıp neden geldin oğul? Bu mevsimde bulamazsın burada kimseleri. Kışlar çetin geçer, bilirsin ya sen de gerçi. Kurtlar tarlalara kadar iner yavrum, dikkatli ol. Olur ya, bir şeye ihtiyacın olursa geliver bize, bizim kız gözleme yapıversin sana.”
“Olur teyze. Uğrarım bir ara. Hadi kal sağlıcakla.”
Ayşe Kadın’ın İstanbul’u hatırlatması hoşuma gitmemişti. İyice kırışan ve esmerleşen derisinden fırlayan iki iri mavi göz, korkutmuştu beni. Bir hayli yaşlanmıştı. “100 yaşına geldin yine de vazgeçmedin dağlardan, ey Ayşe kadın!” diye geçirdim içimden, duvarları küflenmeye başlayan eve bakarken.
“Hoş geldin” dedi, derinlerden bir ses. İrkildim. Sis yavaş yavaş çökmeye başlamış, karşı tepelerden bir şahinin sesi yankılanmıştı. Neden sonra, kaçırdım gözlerimi duvardan. Duvarların örülmesinde yaşadığım anılarım geçti birer birer gözlerimin önünden. Bir an içeri girmekten vazgeçtim. Dışarıda kalmayı yeğledim.
Şöyle bir göz gezdirdim etrafı. Evin çevresini ısırganlar ve dikenler sarmıştı. Bilirdim, çok çabuk ormana karışırdı buralar. İlk fırsatta bu yabani bitkileri temizleyip, toprağa nefes aldırmak gerekiyordu. Hayli de çoğalmışlardı. Onlara şimdi dokunmamaya karar verdim. Balkonun zemininde bile ot bitmeye başlamış, duvarlarını çocukken oynamayı çok sevdiğim yeşil kadife yosunlar kaplamıştı.
Şahin kümesin dışına çıkan bir tavuk görmüş olmalı ki, sürekli dolanıyor, ötüp duruyordu. Sonunda uçarken gördüm onu, belli belirsiz, sisin içinde.
Biraz daha aşağı indim, çeşmenin önüne. Köyün çeşmesi evin hemen önünde duruyordu. Balkon yapılırken çeşmenin deposunun üzerine kadar gelmişti. Balkondan çeşmenin üzerine atladığımız günleri hatırladım. Annem, deponun üzerine içi toprak dolu büyük tenekeler yerleştirmiş. Hepsi pas içindeydi. İçinde ne olduklarını bilmiyordum. Ama yeşil soğan ve biber olabilirdi. Deponun üzeri neredeyse topraktan görünmüyordu. Tenekeler, otlar ve beton birbirine karışmıştı.
Yalağın başına gitmek imkânsızdı. Uzun boylu deve dikenleri büyümüş, çevresi bataklaşmıştı. Musluktan uzunca süre su akmadığı belliydi. Ucundan sarkan yoğun ve beyaz bir örümcek ağı ilişti gözüme. Tarlalarda çok olurdu bunlardan. İri gövdeli ve siyah örümcekler örerdi bu ağları. Bir an evin içine kadar girmiş olma ihtimalleri içimi titretti, tiksindim. Yüzüm buruştu.
Arka tarafına geçtim çeşmenin. Burada bulunan ekmek fırını çökmüş ve tahtaları çürümüştü. Bu tahtaların içinde binlerce böcek olmalıydı. Sisin de etkisiyle hafif bir ıslaklık çöreklenmeye başladı etrafa. Neden buraya gelmek için kapalı bir havayı seçtiğimi anlamış değildim.
Eski evin harabelerine ilişti gözüm. Tüylerim diken diken oldu birden. Üşüdüm. Dalıp gittim. İlk aklıma gelen halamın kızıyla balkonda buğdaydan yaptığımız bir çeşit süstü. Kızların saç örgüleri gibi yapılır ve duvarlara asılırdı. Onunla balkonda bunlardan yapmasını severdik. Neden yaptıklarımızdan bir tane saklamadık, bilmiyorum.
Balkonun altındaki yumuşak ve şekil alabilen toprakta oynadığım günlerimi hatırladım. Oyuncak arabalarım için yol yapar, garajlar kurardım orada. O zaman her şey ne kadar büyük ve genişti. Şimdiyse her şey ufacık…
Sis iyiden iyiye çökmeye başladı. Kendimi toplayıp geri döndüm. “Hoş geldin oğul, hoş geldin” deyip duruyordu birileri. Koca tepelerin çıplak yamaçlarına çarpıyor, evin içini dolaşıp yüreğime oturuyordu bu sesler. Kim, neden, ne için söylüyordu, neden yankılanıp duruyordu içimde? Yorgunluğuma ve uzun yıllar sonra anılarımın canlanmasına verdim.
Kaygıyla açtım kapıyı.
Ağır bir rutubet kokusu çarptı yüzüme. Karanlık ve serindi içerisi. Elektrik düğmesini görebilmek için çakmağımı yaktım. Düğmenin biraz daha içeride, kapının yanında olduğunu unutmuştum. Ayakkabılarımı çıkarmadım. Gittim, ışığı yaktım. Yerler öyle soğuktu ki, ayakkabılarım olmasına rağmen soğuğu hissedebiliyordum. Duvarların tavan ve yerle birleştiği köşelerinde, uzun bacaklı örümcekler ağ yapmıştı. Karasinekler ağlarda sallanıyordu. Bazı ağlara takılan yaprakların içeri nasıl girdiğini anlayamadım.
Oturma odasının bir duvarı rutubetten kabarmış, ıslanmıştı. Uzaktan bakıldığında bir rahibeyi andırıyordu. Ya da çarşafa bürünmüş bir kadın da olabilirdi. Burada fazla zaman geçirmek istemiyordum. Merdivenlerden yukarı çıktım.
Merdivenlerin bittiği yerde bir kapı daha vardı. Bunu kaldırmış olabileceklerini düşünmüştüm. Ama duruyordu ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Taze kesilmiş ceviz ağacının kokusunu hâlâ alabiliyordum. Nemliydi. Rutubet çok olmalıydı. Kapıyı açtım, içeri girdim.
Üst kat olmasındandı belki, aşağıdaki ağır koku yoktu burada. Her şey yerli yerindeydi. Olması gerektiği gibi duruyorlardı. Bir an salon kapısının açılıp, içeride birikmiş sobanın sıcaklığının yüzüme çarpacağını ve annemin, “Hoş geldim oğlum” diyeceğini sandım. Aynı zamanda korktum da. Oraya en son girmeye karar verdim.
Mutfağa yöneldim. Anılarım canlanmaya devam ediyordu. Camdan sisin ne kadar yoğunlaştığını fark ettim. Kafamı çevirdiğimde annem tezgâhın başında bulaşık yıkıyordu. Çıkan dumanlardan ağzında sigara olduğunu anladım. Buz kesilmiştim.
“Ayağına terlik giy oğlum, buz gibi her yer” derken, sol yanağını ve sigarasını gördüm. Külü düşmek üzereydi. “Yüzün ne kadar kırışmış anne” diye geçirdim içimden. “Ellerinse eskisi gibi…”
“Yaşlanıyoruz oğlum burada artık. Bulaşık yıkarken ellerim donuyor. Terlikleri buldun mu?”
Kapıda öylece durmuş ona bakıyordum. Neden yanına gidip boynuna sarılmadığımı anlayamıyordum. Annem iki metre önümde bulaşık yıkıyordu.
“Terlikleri buldun mu?” deyip, yüzünü bana döndü. Yüzünün sağ tarafı yoktu. Sol gözü irileşmiş ve kanlanmıştı. Ayaklarıma baktı ve bana doğru geldi. Yerimden kıpırdayamadım.
“Hâlâ ayağına terlik giymemişsin” diyordu. Bana doğru uzanan bir karaltının onun kolu olduğunu anladığımda kendimi geri çektim. O anda omzumda bir el bitti. Ter içinde kalmıştım. Tek bir hamleyle başımı çevirdiğimde Ayşe Kadın’ın arkamda olduğunu gördüm.
“Oğul, iyi misin?”
“Sen miydin, Ayşe Teyze! Ödümü koparttın. Nasıl duymadım geldiğini?”
“Hayli seslendim oğul. Ses vermeyince yukarı çıkayım, bakayım dedim. İyi misin?”
“İyiyim.”
Geriye, tezgâha baktım tekrar. Sonra pencereye. Etraf iyiden iyiye kararmış, sis yola kadar inmişti. Geriye döndüğümde, Ayşe Kadın’ın masaya bir şeyler açtığını gördüm.
“Bunlar nedir?” diye sordum.
“Bizim kız gözleme yapmıştı. Kirazlı’da bir kadın öldüydü geçenlerde, sen bilmezsin. Hastaydım oğul, gidemedim. Kızlar oradaymış, yarın döneceklermiş Fransa’ya. İneyim dedim. Geçerken şunları bırakıvereyim dedim sana. Yol geldin oğul, açsındır. Ayran da koydum yanına. Tüketiver hemen, soğutma.”
Ayranı dökmek için bardak almaya gitti. Bir yandan konuşmaya devam ediyordu.
“Ah oğul ah. Köylerde kimseler kalmadı. Bizim kız da tutturuveriyor gidelim ana diye. Ah oğul, nereye gideceğiz, nerede kalacağız bilmem ki. Benim kimim kimsek yok İstanbul’da.”
“Sağol teyze, gerek yoktu bunlara. Ben yiyemem ki bunları şimdi.”
“Yersin, yersin. Otur şöyle.”
Ayşe Kadın mantar toplar, kasabanın pazarında satardı. O yüzden elleri hep siyahtı. Küfe küfe geyik mantarı ya da kanlıca toplar, satar, geçimini öyle sağlardı. Ellerindeki kına kanlıca mantarının boyasıyla karışmıştı. Ayşe Kadın hep taze mantar kokardı. Onun kocaman yürüyen bir mantar olduğunu düşünerek gülümsemeye çalıştım. Karşıma oturdu. Basmasının üzerindeki dikenleri ve otları temizliyor, bir yandan da bana bakıyordu.
“Oğul ye, delikanlı adamsın. Bizim kız güzel yapar. Soğutma tüket.”
Anneannem de hep ‘tüket’ derdi. Çocukken çok garip gelirdi bu sözcük bana.
“Ekmeğini tüket oğul, bırakma, günah!”
İstemeye istemeye ısırdım gözlemeyi. Bir yudum da ayrandan içtim. Benim köyde yapılan yoğurdu ve ayranı sevmediğimi unutmuş olmalıydı. Onu kırmak istemiyordum. Biraz yedikten sonra sigara yaktım.
“Ah oğul, ah oğul” diye içini çekti Ayşe Kadın.
“Sigara rahatsız ediyor mu Ayşe Teyze seni?” diye sordum, “Şurada, kapıda içeyim.”
“Yok, oğul, sana üzülüyorum. Ne derdin var içiyorsun şu zıkkımı.”
Geldi, sırtımı sıvazladı.
“Anan da çok içerdi, çok. Kızardık amma ne yaparsın. Anana söz geçmezdi, bilirsin. Ben gideyim oğul. Kararmadan ineyim köye. Yakıvereyim mi sobayı, üşürsün gece oğul.”
“Yok, sağ ol, gecikme sen, ben yakarım.”
“Yarın uğrar alırım bakracı. Hadi Allah’a emanet ol.”
“Sağ ol teyzecim, sen de.”
Duvara tutuna tutuna indi merdivenleri. Lastik ayakkabıları şöyle bir geçirip, küfesini yükledi sırtına. Sağlam bir ağaçtan yaptığı sopasına tutuna tutuna yürüdü, siste kayboldu. Evin önündeki lamba yanmıştı. Hâlâ yanabildiğine şaşırmıştım. Köyde kimse kalmayınca yakmazlar diye düşünüyordum. Mutfağın içi aydınlanmıştı. Üşüdüğümü fark ettim. Gözlemeden bir lokma daha ısırdım.
* * *
Devam Edecek…
İnsanlar çocukluğunun geçtiği yerlere yıllar sonra tekrar niye dönüp bir şeyler arıyorlar. Aradıkları ne acaba, bulamadıkları huzur ve mutluluklar olabilir mi. Yada geçmişe duyulan büyük özlem olmalı.
Ben insanlarin hayatlari boyunca icindeki boslugu dolduramadiklarinda gecmise donmek isteyeceklerini dusunurum hep. O boslugu bazen cocuklugunda yada eski mutlu anilarinda kapatmak icin gecmis en guzel yol olabilir ama cogu zaman umdugumuzu bulmamiz epey zordur.